YAZARLAR

KATEGORİLER

ARŞİVLER

Bültenimize abone olun

28 Mayıs 2020

Dünya;

Yaşadığımız gezegen.

Hani keşfedilmelerinden büyük heyecan duyduğumuz diğer gezegenler gibi bir gezegen.

Hem de üzerinde yaşam olduğunu bildiğimiz şuan için tek gezegen.

Şimdi ise Mars’ta yeni bir dünya oluşturma planları yapıyoruz.

Şimdi düşünüyorum. Diyelimki Mars’ta havayı suyu ürettik. Binlerce insan gittik yerleştik. Orada yaşamaya başladık. 

İnanıyorumki daha oraya adımımızı atmadan Mars kriterleri belirlenir. İnsani ilişkilerden tutun çevre kirliliğine kadar bir yığın kural getirilir.

Peki neden;

Çünkü orayı da Dünya gibi yapmamak için.

Elinizde diyelim plastik bir parça var işe yaramaz. Onu Mars’ta yere öyle gelişi güzel atamazsınız. Hem içiniz el vermez hem de zamanla ünsiyet kazanıp atma fikri kafanızda canlansa bile kurallar izin vermez.

Çünkü yepyeni bir gezegene kıyamazsınız. Onu mahvetme düşüncesi insanı derinden sarsar.

Şimdi gelelim yaşadığımız ve kirletmekten bir an bile geri durmadığımız Dünya’ya. Yaşadığımız bu gezegeni sömürürken bırakın şükran duygusunu üstelik ondan beslendiğimiz kaynaklara nankörce yaklaşmıyor muyuz sizce de?

Kendinizi Mars’ta düşünün. Elinizde de bir sakız kabı. Atar mısınız onu yere. Hiç sanmam.

Şimdi de Dünya’ya buyrun. En son yere attığınız bir çöpü düşünün. Sonra şu soruyu sorun kendinize;

Neden!

 

26 Mayıs 2020

“Bir bayram bir bayrama gel beraber bayramlaşalım.” demiş.

Döndük dolaştık, yine geldik insanın adaptasyon ve değişim yeteneğine. Şu içinde bulunduğumuz ‘bayram’ şartlarını daha öncesinde birisi yazsa, çizse ya gülünür geçilir ya da “yok ya” deyip geçilmez miydi? İşte içindeyiz, işte yaşıyoruz.

Daha neler göreceğiz kim bilir? Şaşırmamak, kabullenmek ve uyum sağlamak anahtar duygularımız olmalı. Fakat kapıları açan anahtar, bazan kabullenmek, bazan da kabullenmemek değil mi?

21 Mayıs 2020


Günah işle,
Tövbe et.
Tekrar işle,
Tekrar tövbe et.

 

Namazları ezan okunur okunmaz kılmaya karar ver,
Son dakikaya sıkıştır.
Tekrar karar ver,
Tekrar son dakikaya sıkıştır.

 

Bundan sonra hiçbir dersi kaçırmayacağım, kendi notlarımı kendim alacağım diye söz ver,
Derslerden kaçıp, sınav gelince fotokopi çektir milletten.
Tekrar söz ver,
Tekrar fotokopi çektir milletten.

 

Diyete başla,
Diyeti boz.
Tekrar başla,
Tekrar diyeti boz.

 

Bundan sonra asla gıybet etmeyeceğim de,
Kendini gıybet ederken yakala.
Tekrar de,
Tekrar yakala kendini.

 

Bundan sonra bugünün işini yarına bırakmayacağım diye karar al,
Ertelenmiş bul işlerini sonra.
Tekrar karar al,
Tekrar ertele.

 

Şöyle şöyle yapacağım deyip yapılmayan,
Sonra tekrar söz verilip sonra tekrar yapılmayan,
Onlarca, yüzlerce sözler, kararlar, prensipler…
Ve sonra tekrar başa dönüşler.

 

Bir yola koyulmalar, yürümeler, koşmalar.
Sonra düşmeler, yaralanmalar, kırılmalar, yorulmalar, vazgeçmeler, ağlamalar, küsmeler, darılmalar, yoldan geri dönmeler…

 

Sonra nefes alıp yola bakıp, yolun güzelliğine inanıp tekrar yola revan olmalar.
Tekrar yürümeler, koşmalar, sevinmeler, mutlu olmalar, gülmeler, koştukça koşmalar.
Sonra yine düşmeler, yaralanmalar, kırılmalar, yorulmalar, vazgeçmeler, ağlamalar, küsmeler, darılmalar, yoldan geri dönmeler…

 

Bu bir kısır döngüdür.
Ama dönüyor olması, bunu döndürebiliyor olmak ayrı bir lütuftur.
Rabbim bu lütfunu bizden esirgemesin!
Hadi bakalım, nerede kalmıştık…
Çıkalım yola tekrar. Bak! Gidilecek uzun bir yol var.
Bak bu sefer daha az düşecek, daha az yaralanacağız.
Ama yürüyeceğiz. Burası kesin.

 

Eyvallah…

18 Mayıs 2020

Hani evde temizlik başlar, gitmek istersiniz ya. Öyle bir gitmek isteği bendeki. Halime, üstüme, başıma, ellerimin kirine, pasına, nasır bağlamışlığına bakmadan kazma-küreğe dalma benimkisi. Ayaklarımdaki romatizmaya saygısızca baş kaldırmanın verdiği sarhoşluğu anlatamam, bilenleriniz bilir. Şu an yaşadığım ahmaklık ve hayatımın hiç tükenmeyecek olması duygusu, sanki, çocukken, annemden binbir yakarışla kopardığım ‘sokağa çıkma’ izninden sonra çıktığım sokaktaki ilk dakikalarımmış gibi. Üniversitede öğrenciyken yatan öğrenim kredisi gibi hissettiklerim, heyecanlarım. Ne kadar savursam, ne kadar harcasam kökü bende. Hiç bitmeyecekler.

Yalnız değilim. Biliyorum. İnsanım ben. Kulum. Başlangıçsızlıktan gelip, sonsuzluğa giden, aç gözlü, içinde ilahlığın her halini barındıran ve onları aç kurtlar gibi besleyen ama o kurtların da yedikçe doymayacak kurtlar olduğunu her seferinde unutan insanlardan bir insan, sefil ve nisyan ile bilinen kullardan bir kulum. 40 yaşlık hayatımdaki en büyük travmam 10 yaşımdaki, babamın cenazesi. Geriye kalanların hepsi fasa fiso. Bir de şu aşağıda paylaştığım tınılar. Kıymetli dostum, can kardeşim Ahmet Latif’le, akşamında misafiri, gecesinde ev sahiplerini uyutup, evin sahipleri olduğumuz evlerin kuytu köşelerindeki güzel sadâlar bir de. Nasırlı ve kokuşmuş beynimin dehlizlerinde kalan kırıntılar bunlar. Güzel olan ne varsa siyah-beyaz, güzel olan ne varsa renksiz bugün.

16 Mayıs 2020

Bazen İbrahim’in bahçesinde; 

Yanmaya da bilirsin,

Yanmayı da bilirsin…

14 Mayıs 2020

Belki de yaşımın, yağmurun bir kovayı damla damla doldurması gibi tamama ermeye yüz tuttuğunu düşündüğümden olsa gerek, yıllardır zihnimi saran “bir şey üretmek” fikri kendini daha da belirgin hale getirmeye başladı.

İcat edilen bir teknoloji aleti ya da bir sanat eseri gördüğümde gözlerimin dolması bundandır belki.
Orada bulunmak, o ekibin bir parçası olmak istiyorum. Bambaşka şeyler icat etme, insanlığın kullanımına sunma fikri yeşilçamın mutlu sonla biten duygusal komedi filmlerinin şu bildiğimiz, sevdiğimiz başkahramanları gibi hissettiriyor kendimi.

Üretmek..

Yüce Yaratıcının, yarattığı her canlının özüne yerleştirdiği ilahi bir sıfat.

Aklı başında olmayan nebatat ve hayvanat bunu bir görev bilinciyle yaptığından binlerce yıldır hayata tutunmayı, çoğalmayı ve bugünlere gelmeyi başardı.
Canlılığın devamı için sadece kendini üretmesi yeterliydi çünkü.

Aklı başında bildiğimiz biz insanlar ise daha fazlasını yapmaya meyyaldi.
İnsan yok olmak istemeyen bir canlı.
Yok olmayacak da zira. Cenab-ı Allah kendi ruhundan üfleyerek yarattığı Hz. Adem’i ve o ruhu taşıyan ademoğlunu yok eder mi hiç.

Evet insan yok olmayacak. Ama bu dünyada da yok olmak istemiyor aynı zamanda. 
Bunun için Allah’ın ruhundan üfleyerek yarattığı ademoğlu o ruhun gücüyle üretmeye, hayatta kalmaya, ölmemeye çalışıyor. Ölse bile ölümsüz bir “şey” bırakma derdinde. Öldükten sonra da hatırlanma, hakkında güzel konuşulmasını isteme duyguları körelmiyor.

Ne olursa olsun bir şey üretmek, “yaratmak” insanoğlunun ruhunda var.
Ne büyük lütuftur aynı zamanda.

Şuralara yazdığım satırların bile bu anlamda bir derdi var. Kalıcı eserler değil belki de ama “bir şeydir” sonuçta.

Rabbim insanlara faydalı, sadaka i cariye hükmünde icatlar, eserler bırakmayı nasip etsin.

Amin…

11 Mayıs 2020

Bir kez daha kursağımda kaldı güneşin batışı. Çok sefer olduğundan alıştım artık. Doğuşuna da ben yetemiyorum zaten. Öylelikle kaçırıyorum en güzel zamanları. İki satır keyf edeyim dediydim. Yine okuyamadım. Hani güneş doğarken ve batarken tapınmak yasak ya; işte onun gibi de bana güneş doğarken ve batarken okumak yasak. Yakında tüm zamanlar yasak olacak diye de korkmuyor değilim.

Tüm evlerden mide bulandıran bir yemek kokusu yükseliyor. Hani derler ya; “Ramazanın bereketi, mahalledeki yemek kokusu, fırındaki sıcak pide sırası”. Hepsi midemi bulandırıyor. Hiç iftar edilmesin bence. Ahmet’ler öldükçe, iftar edilmesin. Sahur yapanlar zindana koyulsun. Hatta oruçlar yasaklansın. Allah tarafından hac, zekât, namaz, oruç hepsi yasaklansın. Tüm insanlık Ahmet’i diriltip babasına kavuşturana kadar dua etmek de yasaklansın. “Allah” demek, Allah’ı incitmek sayılsın. Ahmet’ten geride kalan herkes, Allah’a imanı ölçüsünde, inandığı kadar zindana kapatılsın, toprağa gömülsün. Ahmet için ağlayanlar, gözyaşlarında boğulsunlar. Yok yok; ağlamak da yasaklansın ki kimse boğulup da bu acıdan geri kalmasınlar, kaçamasınlar. Ahmet’in Annesi’nin Anneler Günü kutlu olmasın.

İşte gitti. Ahmet gitti, bitti. Yazı bitti, söz bitti. İman bitti, Hakk bitti, ölçü bitti, mizan gitti, merhamet de Ahmet’le birlikte gitti. İftar, oruç, namaz, hac, zekât hepsi yerin dibine gömüldü. Oğlum sormuştu geçenlerde: “Babacım, gökyüzü neden düşmüyor?” Gökkubbeyi bir tutan yok artık. Gökkubbeyi Ahmet tutuyordu. Ahmet gitti. “Gökyüzü tepemize düştü de biz görmedik oğlum.” Yalnızca Ahmet’e gösterildi.

Not: Bu yazı anne Zekiye Ataç’tan doğma, baba Harun Reha Ataç’tan olma, Ahmet Burhan Ataç’ın Allah’ın kulu olduğuna şehadet etmek için yazılmıştır.

10 Mayıs 2020

Türkiye’de mayısın ikinci pazar günü kutlanan anneler gününün bizim geleneklerimizle hiç bağlantısı yok fakat kutlanıyor. Sanırım bundan en çok piyasalar memnun, zira hediyelik eşyalar için satışlar tavan yapıyor. Hediyemizi alıp veriyoruz, sonraki görüşme artık ya bayramda ya da başka önemli bir durumda. 

Anneler gününün tarihçesi; Yunanlıların kendi mitolojisindeki birçok tanrının annesi kabul edilen tanrıça Rhea adına yaptıkları kutlamalardan biriydi. Romalılarda ise ana tanrıça Kibele onuruna kutlamalar yapılıyordu. Abd’de bir anne kaybına yapılan anma ile başlayan bu süreç 1914 yılında devletin onayıyla kadimlik kazandı. Bizim ülkemizde de son yüzyılda fazlaca rağbet ediliyor. Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı’nı geleneği haline getirmeyen topluluklara karşı bu günü kutluyoruz, kendimizce; herkesin annesi kıymetli de benim değil mi düşüncesinden dolayı. Oysa ne diyor İslam; “cennet anaların ayakları altındadır”. Varsın sizin mother’lar gününüz kutlu olsun, bizim için tüm analar her zaman başımızın tacı, cennetimizin miftahıdır…

07 Mayıs 2020


İnsanoğlu doğum ve ölüm kader çizgileri arasında yaşar.
Hani bilirsiniz, biz öğrenciyken öğretmenimiz bir otomobili A noktasından B noktasına yola çıkarır arkasından sorular sorardı. Rotası, başlama noktası, varış noktası, hızı belli olurdu. İnsan da aynı şekilde doğum yolculuğundan ölüm durağına varıncaya kadar bir güzergah üzere yaşamına devam ediyor.

Şimdi iki nokta arasındaki bu yolculuğun iş yerinizdeki amirimiz tarafından bize verilen bir görev olduğunu düşünün. Kalkış ve varış noktaları belli, anlaşmalı benzin istasyonları önceden ayarlanmış, gerektiğinde kalacağımız oteller için rezervasyonlar yapılmış olsun. Bu halde iken bu yolculuğa, yoldan saparak başka duraklar, gezilecek başka şehirler eklemek amirimize ve görevimize karşı bir kusur olmaz mıydı?

Hem amirimizin güvenini sarmış, hem arabayı gereksiz kilometrelerle yıpratmış, hem de fazladan yakıt harcamış olmaz mıydık?

İnsanın eline geçen bu tür imkanları doğru yanlış demeden kullanmaya çalışması, yaşayacağı zevk uğruna, yaşamda eksik kalacağını düşündüğü ya da evvelinde yaşadığı zevki devam ettirmek adına tercih ettiği bu yol onun nefis hastalığına düştüğünü göstermez mi? Fakat bu kısım bahsimizden ari.
Ben, daha kabul edilebilir, göze batmayan, çoğumuzun artık sıradan şeyler olarak yapageldiği, kimsenin yadırgamadığı hatta diğerlerince hakkın olarak görüldüğü, kimsenin yanlış yaptığını düşünmeyip uyarma ihtiyacı hissetmediği hususlardan bahsediyorum.

Dünyada başlayıp ahirete giden bu yolda, rotaya başka duraklar eklemek, daha fazla yerler görmek dilemek, bir şeylere sahip olmak istemek, yaşanmamış bir şeyin kalmaması için çaba sarf etmek…
Bunlar ne kadar akla ve mantığa uysa da aslında insanın yaşadıkça dünyaya bağlanmasına, bağlandıkça yaşama sarılmasına sebep oluyor. Sonrasında yaşamak hastalığına kapılmasına.

Normalde yiyeceğimiz içeceğimiz bir kuru ekmek bir bardak su iken, kalacağımız yer dört duvar bir çatı iken, giyeceğimiz bir çarık bir hırka iken;
üç dört çeşit yemekli sofralar, yaşadığın evi beğenmeyip başka eve çıkmalar, pantolonu azıcık diz vermiş, ayakkabının altı aşınmış diye yenisini almalar…
Evet hepsi mazur görülebilir belki. Anlayışla karşılanabilir. Ama sonuç olarak olması gerekenin fazlasıdır bu.

Yaşamak hastalığı bulaşıcı da aynı zamanda.
Onda var bende neden yok!
O yapmış ben niye yapmayayım.
Benim ne eksiğim var…

Tabi canım senin neyin eksik değil mi?

Olsun, sende de olsun!

Ama geçmiş olsun…

04 Mayıs 2020

Düşündüm. Sessizce yazıp, okunsun diye sabırla beklemek mi? Nümayişle yazıp “ben de yazdım” demek mi? Birincisi damlatıp seyretmek dalgayı, ikincisi düpedüz yıpranmak. Bir kitap yazsam, basılsa on tane, atsam dokuzunu evdeki kitaplığa, bir tanesi elden ele diyarlar gezse, sonra trende yanıma tanımadığım biri otursa, elinde o ‘bir’ i görsem, kapatsa ansızın kitabı, bana o ‘BİR’ i anlatsa kitaptan, o damla bana düşse, anlatan bendeki dalgayı seyretse, gözlerimizden ‘bir’ er damla aksa, o damlalar kurtuluşumuz olsa …

Yazmak … Bağırmadan, çağırmadan, sessizce yazmak. Kuyumcu gibi yazmak. “Çakı çakmak, ustura bıçak, aynalı tarak ….” demeden yazmak. Kıymet yazanda değil, yazdıranda ve yazılanda olsa. Nihayetsiz ve kifayetsiz cümlelerin, ‘yitik nokta’sı bulunsa. Yazıların mürekkebi nefessiz kurumasa ve her yazar kendi ruhundan üfleyerek nakşetse harfleri kâğıda, sayfalara.

O zaman, işte o zaman hep ikindi vakti veya seher vakti olur bana. O kızıl güneş ya hiç doğmaz ya da hiç batmaz. İftarsız orucumun sahur vaktindeyimdir artık. “Onun karşılığını ben vereceğim.” Râzı ol benden, ey cehennemi-mi-n ve tüm cehennemlerin ve ey ızdırabı-mı-n ve tüm ızdırapların sahibi, Cemâl’inde kaybolayım. Amin.

Eski Yazilar »