YAZARLAR
KATEGORİLER
- Ahmet Latif (5)
- Anlık Yansımalar (26)
- Damlalar (129)
- Düş Sözlüğü (1)
- Genel (245)
- İsmet Selim (134)
- Komik Diyaloglar (1)
- Ömer Faruk (77)
- Ömürlük (1)
- Ranâ Kurşunî (17)
- Yazarlarımızdan Özlü Sözler (12)
ARŞİVLER
- Ocak 2024 (2)
- Eylül 2023 (1)
- Kasım 2022 (1)
- Temmuz 2022 (2)
- Nisan 2022 (1)
- Mart 2022 (1)
- Şubat 2022 (4)
- Ocak 2022 (1)
- Aralık 2021 (1)
- Ağustos 2021 (13)
- Temmuz 2021 (4)
- Haziran 2021 (6)
- Mayıs 2021 (7)
- Nisan 2021 (11)
- Mart 2021 (12)
- Şubat 2021 (13)
- Ocak 2021 (12)
- Aralık 2020 (15)
- Kasım 2020 (16)
- Ekim 2020 (16)
- Eylül 2020 (17)
- Ağustos 2020 (15)
- Temmuz 2020 (15)
- Haziran 2020 (11)
- Mayıs 2020 (12)
- Nisan 2020 (15)
- Mart 2020 (9)
- Şubat 2020 (9)
- Ocak 2020 (8)
- Aralık 2019 (8)
- Kasım 2019 (8)
- Ekim 2019 (9)
- Eylül 2019 (9)
- Ağustos 2019 (8)
- Temmuz 2019 (8)
- Haziran 2019 (7)
- Mayıs 2019 (10)
- Nisan 2019 (9)
- Mart 2019 (7)
- Şubat 2019 (2)
- Eylül 2018 (1)
- Nisan 2018 (2)
- Eylül 2017 (1)
- Nisan 2016 (1)
- Ocak 2016 (1)
- Ekim 2015 (4)
- Temmuz 2015 (1)
- Mayıs 2015 (1)
- Şubat 2015 (5)
- Ocak 2015 (6)
- Kasım 2014 (1)
- Ekim 2014 (8)
Bültenimize abone olun
27 Nisan 2020
Okkalı cümleler kurmak istiyorum. Sallandık cümleten. Bu sallantının getirdiği saklanmışlığımızı anlatmak için vurgu yetmezmiş gibi geliyor bana. Sanki ne yazarsam yazayım yaşadığımız cümbüşü anlatmakta yetersiz kalacakmış gibi hissediyorum. Biri çıkmış siyaseti öncüllüyor, bir öteki çıkmış hukuk, yargı, adaleti. Beri tarafta birisini okuyorum sağlıktan ve sağlık sisteminden bahsediyor. İki adım atıp salona geçiyorum orada bilim, pozitivizm konuşulduğunu görüyorum.
Tüm eğitim hayatım boyunca bana öğretilen sayısal yakınsamalarla birlikte doğruluğundan emin olduğum şeyi keşfediyorum bu bocalamalarla. ‘Ben’, ‘kendim’, ‘şahsım’, … Ahmet Latif kardeşimin dediği gibi “Ben bilmem” diyemedikçe bu iş bir yere varmayacak. Her düşünce, her fikir akımı bilmediğini anlatmadıkça dipsiz kuyu olmaya devam edecekler. “Ben Bilirim” adlı yarışma programı sonlandırılıp, yerine “Bilemediklerimiz” adlı belgesel yayınlanmadıkça hiç kimse birinci olamayacak.
Doyumsuzluğun getirdiği naiflikle başbaşa kalalım biraz. Ki bildiğini zanneden ‘doymuş’lardan olmayalım. Hem de sitemize biraz ‘görsellik’ katalım.
26 Nisan 2020
Gündemimiz, gecemiz, gündüzümüz korona virüs olmuşken kapımıza gelen mübarek ay Ramazan oldu. Zillerimiz paslanmak üzereydi, evlerimiz sessizleşmişti. Sahur ve iftarlar buruk geçse dahi Ramazan şenlik kattı bizlere. Boynu bükük geçiyor, üzülmekte haklısın Abdullah. Camiler bomboş, ezanlar yalnız belki ama sen yalnız değilsin. Ne diyor ayeti kerime; “innellâhe me’ânâ”, muhakkak ki Allah bizimle beraberdir. Vakit, tefekkür vakti; ‘Allah’ım nerede ve nasıl bir kusurda bulundum ki üstüne basa basa yap dediğin sıla-i râhimden uzağım, camide sana secde edemiyorum?’ diye düşünme vakti. Kalk Abdullah, kıyama dur ve ellerini tüm dünyanın keşmekeşliğine rağmen senden merhametini, Ramazan’ını esirgemeyen Rabbini tesbihte bulun. Şimdi senin gidemediğin ama ayağına gelen mübarek ayı karşıla; Hoş geldin ya şehri Ramazan, sen zaten hep hoş gelmiştin…
23 Nisan 2020
Malum covid-19 salgını sebebiyle tüm dünyada izolasyon, sokağa çıkma yasakları ve karantina gibi bir çok önlemler alınıyor.
Mevcut sağlığın bozulması ya da kişide bulunan hastalığın başkalarına bulaşması risklerine karşı alınan bir önlem.
Yıllar boyunca okuduklarımız, yaşadıklarımız, duyduklarımız ve gördüklerimizden yola çıkarak bir hayat görüşüne sahip oluruz. Bazı konulardaki fikirlerimizi bu bilgilere göre yorumlarız. Bu düşüncelerimizi de karşı tarafa anlatırken onun da ikna olmasına çabalarız. Bize göre son derece doğru olan düşüncelerimiz bir başkası için tamamen yanlıştır halbuki.
Fikirlerimizin doğru ve son derece sağlıklı olduğu da yine bizim kendi kararımızdır.
Belki de sağlıksız olan bu fikirlerle başkalarını da yanlış yönlendirip hata yapmalarına sebep oluyoruz.
Evet, virüs salgınının sona ermesi için uygulanan karantinayı, fikirlerimiz için de uygulamak gerek sanki.
Susmak, okumak, başkalarını dinlemek, konuşmamak, itiraz etmemek, anlamaya çalışmak, anlamak için soru sormak, soru sorulduğunda ise “Bilmiyorum!” demek.
TRT’de yayınlanmış olan Yunus Emre dizisinde, Yunus Emre’ye ilk ders olarak bir süre “Ben bilmem” zikri çektirilmişti. Soru sorulduğunda sadece “Ben bilmem” diyordu.
Bir süreliğine hiçbir konuda hiçbir fikrimiz olmasa. Bilmesek. Dinlemeyi, öğrenmeyi öğrensek.
Evet, ben bilmem. İşin hakikatini yalnızca Allah bilir zira.
20 Nisan 2020
Bu çocuk bana yazdırıyor. Hani yazdırıldı denir ya işte öyle. Zihinsel olarak şu kıt kanaat geçindiğim günlerde (ki bazıları için doyuma ulaşılmıştır yalnızlıktan) beslenebildiğim tek kaynak o. Yaz günü, güneşin altında kalan bir yol kenarı çeşmesinden akan suyun içilmez ama muhtaç olunan ılıklığında gibi geliyor bazı cümleleri. Bugün ilk hamlesi bir aralık arkasını dönen annesine “Anneciğim bana arkanı dönme!” demek oldu. Kul olmaya başlamasıyla birlikte ettiği acizlik cümlelerinin ilklerindendi bu. Henüz daha acizliğin kıymetini bilmiyor ama sıralı cümlelerle öğrenecek galiba. “Babacığım gökyüzü neden düşmüyor?” “Belki bir tutan vardır oğlum.” Ya düşerse. Düşsün. Ya tutan yoksa. Ben tutmuyorum orası kesin.
Telefonuma düşen ve beni son birkaç haftadır hatta aydır bu kadar mutlu eden bir haber olmamıştı. “Bir arkadaş var. Bizim sitede yazacak.” Bir idik, iki olduk, iki idik, üç olduk. Üç idik dört-beş olduk. Eksilmedik, artırıldık. Düş yoluna, dûçâr olduk koyulduk. Yolumuzdan geri koyma bizi. Hoş geldin Ranâ Kurşunî. Kalemine, gönlüne, ruhuna sağlık olsun.
Allah’ım bana arkanı dönme! Rabb’im, bize arkanı dönme!
18 Nisan 2020
17 Nisan 2020
“Soğuk bir ateş gibiydin,
içten içe yakarken
sözlerin buz kesiyordu.
Yutkundum defalarca,
eyvah dedim, eyvah!
Ya çekerse bir EyvAllah??”
——–
“Ne sırlar yüklüdür, şu yağmurlarda.
Bundan mütevellittir;
Her yağdığında içimize hüzün çökmesi…”
——–
“Akılsız ve zamansızlık içinde,
akıllı bir zamanlama gibiyiz.”
Evlilik hayatının kısır döngüsü…
İnsanlar belirli bir yaşa geldiğinde yuva kurar; bu bazen sevdiği, bazen düğün öncesi gördüğü, bazen sevdikten sonra öz manada gördüğü şeklinde ayrılır ama onları başka bir başlık altında inceleriz. Türbülansımızda, gelin/ kaynana/ damat üçlüsü; hayat hikayelerinin odak noktasıdır. Ailesinden ayrılan kız; gelin, oğlunu evlendiren anne; kaynana, kendine ayrı bir çatı kuran damat… Gelin kendini öz ailesinden ayrıldığı için, anne oğlunu paylaştığı için, damat ise kendi ailesi yanında eşinin ailesine de hürmet gösterdiği için fedakâr görür. Doğrudur, hepsi de fedakârlık yapmaktadır. Fakat hikayelerimiz çoğunlukla oklavalı temalarla anılır, kavgalar bitmez, paylaşılamaz hiçbiri. İşin özünde gelinin kendi ailesi kadar eşinin ailesine değer vermemesi, kaynana yani damat annesinin gelinini kendi öz kızı gibi görmemesi, damadın ise eşinin ailesini ikinci aile bilmemesi vardır. Bir hikaye konuşulur bununla ilgili, kaynanasını sevmeyen gelin bir doktordan özel zehir ister. Bu zehirle kaynanasının yavaş yavaş ölmesi gerekir. Doktor kendisine bir ilaç verir ve tembihler; “ilaçla birlikte güzel sözler söyle ve iyi davran ki şüphe çekmeyesin.” Gelin tüm talimatlara uyarak her gün azar azar zehri verir, yanında da güzel sözler. O çekilmez kadın gitmiş, tatlı dilli bir kadın gelmiştir sanki. Zamanla gelin kaynanasına sevgi duymaya başlar ve giriştiği zehirleme işinden pişman olarak doktorun yanına gider. Kaynanamın ölmesini istemiyorum, ilacın panzehirini almaya geldim der ama bunları sakin sakin değil telaşlı ve üzgün olarak dile getirir. Doktor gülümser ve der ki; “korkma sana verdiğim zehir değildi yalnızca vitamin ilaçlarıydı…” Bu hikaye dahi olsa yadsınamaz bir hakikattir. Gelinlere dem vurduk, sitem etmesinler diye başka bir hikaye daha dile getirelim acizane. Oğlunu çok seven ve on parmağında on marifet olan bir anne, evlenen çiftleri yemeğe davet eder. Oğlunu ve gelinini davet ettiği ilk yemektir. Gün içinde pek telaş yapmaz, akşama doğru yemekler hazır olur. Gelin ve oğul gelir yemek yerler ama yemekler pek de annenin itibarına denk değildir; kimisi tuzlu, kimisi tuzsuz, kimisi hafif yanık. Eşinin marifetli olduğunu bilen kayınpeder oğlu ve gelini gittikten sonra sorar bunu; “hanım, senin yemeklerin hep lezzetli olurdu ama bu akşam ilk kez senin tatsız tuzsuz yemek yaptığını gördüm, bunun sebebi nedir?” Anne, sakin sakin cevap verir; “oğlumun yemeklerime ne kadar düşkün olduğunu biliyorum. Bu akşam güzel güzel yemekler yapmış olsaydım eşine sürekli beni örnek gösterecek, belki de evde huzursuzluk çıkacaktı. Ben de yemeklerimden ümidini kesmesini istedim.”
Velhasıl kelam; iyilik ve güzellikte bulunan gelinler ile huzurları daim olsun diye marifetini yok sayan anneler olduğu müddetçe bu türbülansın sonunda güneşli günler var. Yolunuz açık olsun…
16 Nisan 2020
12 Ekim 2014.
Bir düş yolculuğunun ilk adımı. Bu siteye düşen ilk yazı.
Bir düşümüz var içini dolduramadığımız. Çünkü düşler bir kalıba sığmazlar. Belki de bu yüzdendir 22.10.2014 tarihli taslak başlık olarak oluşturduğum Bir Düşümüz Var yazsının içi hala boş!
Belki de dünyada meydana gelen her olumlu gelişme bu düşün bir parçasıdır ve biz düşümüzü yaşayarak yol alıyoruz bu dünyada.
İlk yazıdan sonra ara ara gönlümüze ne düştüyse yazıldı bu deryaya. Suya yazılan yazılar gibi…
Bazen haftada bir, bazen ayda… Yılda bir yazı yazıldığı da oldu buraya.
Ama yazdık…
Yazdıkça durulduk.
Çok anlamlı şeyler değildi belki yazdıklarımız ama yazdıkça var olduk sandık.
Şunu da bu satırların sahibi not etti bu deryaya,
Geç de Olsa Yazmak başlığında;
“Geç de olsa yaşamak gibi…
Yaşamaktan vazgeçmedik ki yazmaktan vazgeçelim.
Çünkü yazmak; yaşamak…”
Baktık ki bu derya iki kişinin yazmasıyla dolmuyor. Biz de destek istedik bir “yazmadan duramayan”dan.
Sağ olsun o da kabul etti.
Normalde bir yere gelene, kendinden evvel o yerde olanlar hoş geldin derler.
Eğer gelen, elinde miftah ile gelmişse o da o yerin sahibidir artık.
Kendisine hoş geldin değil geldiği için teşekkür ediyorum sadece…
Sözlükteki anlamı; dilek, özlem, pişmanlık iken özlükteki anlamı bambaşka olan, en olmazların en kahırlı kelimesi. Bütün ukdeler, acılar, yutkunmalar keşke’nin sırtına verilir bilinmezlere uğurlanır. Keşke’nin bir adresi yoktur, bir sokak başında elinde tütün, başı yerde derin derin düşüncelere dalmış da olabilir ya da kalabalığın ortasında dizlerini döverken nedamet dileniyor da olabilir. Size bir sır vereyim; keşke’nizi bulduğunuz yerde onu azat ediniz. Yoksa ömür boyu muzip bir çocuk gibi zilinize basıp kaçacak ve her defasında size “acaba geldi mi?” telaşıyla ümitsizlik yaşatacaktır. Sahi, keşkeler bu kadar kötü mü? Aslında bu sizi nerede beklediğine, ne yapıyor olduğuna bağlı. Ağlayan keşke, nedamettir; tövbe ve duayla azat olur. Gülen keşke, dünyalıktır; maneviyatla unutulur. Öfkeli keşke, nefsîdir; ruhun terbiyesiyle uslu durur. Böyle uzayıp gider… Velhasıl, Rabbim muhlis keşke nasip etsin, efendi olandan.
İç ses deriz ona, bazen sağ duyu olur bazen vicdan ama muhakkak içerlerde bir yerde; çok derindedir. Oğuz Atay, kendisine Olric ismini verdi. Olric, fazlasıyla sır sahibi ve zekiydi. İç sesler öyle olmaz mı zaten? Biz asıl iken, kopyamız olan iç ses bizden bile daha asıl oluyor. Benim Olric’im deli dolu, mert ve bazen de acımasızdır. Saklı tutmak istediğim ne varsa yüzüme çarpar, bir bir. Ona bir isim vermedim, beni ele geçirmesinden korktuğum için ona kimlik kazandırmak istemiyorum. Şimdi bunları yazarken nasıl da alaylı alaylı bakıyor bana, bir bilseniz. Boş verin, bilmeyiniz…
Eski Yazilar »