YAZARLAR

KATEGORİLER

ARŞİVLER

Bültenimize abone olun

26 Aralık 2019

Çalıştığım işyerinde bi abimiz vardı. Bir şey sorulduğunda ve bilemediğinde ya da o soruya muhatap olmak istemediğinde “Ben küçükten büyüdüğüm için aklım ermez” derdi. Çok güzel geçiştirme cevabıydı.

Büyümek; kendi özgür iradesi ile doğru ve yanlış arasında tercihlerini yapabilen ve bu tercihlerinden sorumlu olma durumu bana göre. Aslında bir şeyi bilmek gibi bir zorunluluğu bulunmuyor. Fakat belli bir yaşa gelmiş insanlardan beklenen çok fazla şey bilmesi.

Okulunu okuduğu ve girmiş olduğu bir işte bilmeyi vadettiği konuları bilmek mecburiyeti var tabi. O ayrı konu.

Yukarıdaki bilmek biraz daha genel kültür diye tabir edilen konulara vakıf olma durumu ile ilgili. Spordan tut tarihe, sanattan bilime, yemek kültürlerine hatta şehir plaka kodlarına varıncaya kadar geniş bilgi birikiminden bahsediyorum. Okuduğum şeyleri çok fazla hafızamda tutamayan biri olarak sığındığım bir bahanem olsa da benim nazarımda her şeyi biliyor olmak hem bir meziyet hem de bir “ne gerek varki” kuşkuculuğuyla öylece duruyor karşımda.

24 Aralık 2019

Bir molayı beklemek, yorgun bir mesainin ardından
Bir gülümseme beklemek, uzunca bakışmaların ardından
Bir taburcu kararı beklemek, karanlık gecelerin ardından
Bir ağlayış beklemek, doğum sancısının ardından
Bir kavuşma beklemek, sessiz, ıssız otel odalarının ardından
Bir rahmet beklemek, gök gürültüsünün ardından
Bir gözyaşı beklemek, sağlam bir günahın ardından
Bir dost beklemek, yalnızlığın ardından
Bir adalet beklemek, haksızlığın ardından
Bir kurtarıcı beklemek, kuşatılmışlığın ardından
Bir teslimiyet beklemek, kul olmanın ardından
Bir uyanış beklemek, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun ardından
Bir inanış beklemek, inançsızlığın ardından
Bir kabul beklemek, onca reddedilmişliğin ardından
Bir red beklemek, onca kabullenişin, sinmişliğin ardından
Beklemek, sadece, O’ndan rızasını beklemek, ölümümün ardından …

19 Aralık 2019

Başlıksız bir başka yazı daha.

Başlıksız yazılarda konuya girmek gibi bir dert olmadığından sıkıntı olmuyor. Mesela herhangi bir fıkra yazabilirim şuan. Ama aklıma gelmediğinden yazamıyorum.

Fıkra yerine İsmet Selim’in kendi sorup kendi cevapladığı soruya değinelim biraz. Soru güzeldi hakikaten. Fakat cevabı pek tatmin etmedi açıkçası.

Yapmış olduğu fikir yürütmenin hepsinde ucu açık bir zaman dilimi var. Ama soruda hızlı olmayı sağlayacak bir strateji geliştirmesi bekleniyor. Görünen o ki cevaplarda sadece içeriden çıkacak olan eleman bekleniyor.

Bunun neresi strateji anlayamadım doğrusu.

Bu arada bende soğuk algınlığı nüksetti. İhtiyari bir durum değildi. Gayri ihtiyari hasta oldum. İnsan isteyerek hasta olur mu hiç. Ama temelini hazırlayan muhakkak benim. Başımıza gelen her işte bi parmağımız var yani.

Altın fiyatları yükseliyor diye konuşuyorlardı bugün işte. Yatırım yapmak lazım diye konuştuk bir süre. Hurda altın daha mantıklıymış yatırım için mesela.

Evet bu seferlik durum bu. Rahatsızlığım bu kadar yazdırabildi.

Gerçi iki kelime bile yazmak iyi gelir insana.

16 Aralık 2019

Aslında bu soruyu hazırlarken Ahmet Latif kardeşimin ilgisini çekmek gibi bir “GAYE”(m) yoktu. Fakat onun ilgilendiğini ispat eden yazısını okuyunca ayıktım birden. O severdi böyle zihinsel aktiviteleri. Ancak her seferinde olduğu gibi cevabın etrafında çember çizmeye devam etmiş. Çatallar fırlatılmış, polisler çağırılmış, lokanta eşrafını amel etmek için çabalar sarf edilmiş, aman efendim neler yapılmış, neler düşünülmüş, nasıl hendeseler kurgulanmış da kurgulanmış. Bilirim. Ne bu kurnazlıkları düşünecek kadar aymaz birisidir, ne de böyle bir aymazlığa ihtiyacı vardır. Öyleyse ne gerek var garsondan, çataldan, bıçaktan yardım almaya, polisleri, itfaiyeleri vaveylâlarla çağırıp ortalığın altını üstüne getirmeye. Keşke sorumun notuna ‘hiç kelâm etmeden’ diye ekleseydim de Ahmet Latif kardeşimin güzelim zihnini fazla yormadan doğru yola tevessül etmesine yardımcı olsaydım. Bazı soruların cevabı için kısacık, azıcık düşünce yeter oysa ki. Nebileyim bu derece alâka göstereceğini?

Cevap: Bu iki ihtimalden başka ihtimal olmayacağı için eğer lokanta kalabalıksa tuvaletin dolu olma ihtimali yüksek, lokanta kalabalık değilse tuvaletin boş olma ihtimali yüksek olarak değerlendiririm.

  1. Tuvalet boşsa: Boş olduğundan emin olmak için birinin gelip girmesini beklerim. (Soru: Ne kadar sürer? Cevap: Kalabalık bir lokantaysa çok uzun sürmez.) O girer, çıkar (Soru: Ne kadar sürer? Cevap: Tahmin edilemez.) sonra hemen ben girerim. Çünkü yakındayım.
  2. Tuvalet doluysa: Dolu olduğundan emin olmak için içeridekinin çıkmasını beklerim. (Soru: Ne kadar sürer? Cevap: Tahmin edilemez.) Çıkar çıkmaz ben girerim. Çünkü yakındayım.

12 Aralık 2019

İsmet Selim kardeşimin pazartesi günkü Düşünür, Stratejist Yetiştirme Sorusu – 1 yazısında sormuş olduğu soruya cevaplar aradım.

Aklıma gelen cevapları bazı hususlarla birlikte yazmak niyetindeyim.

Öncelikle soruda geçen, ayaklarının altı yara oluncaya kadar yürüyen kişiyi ele alalım.

Bu kişi bu mantıkla, kendine işkence çektirecek kadar uzun bir yolu yaya olarak katederken stratejik düşünmesi gerektiği halde bunu yapamamış biri.

Şimdi eliyle uzansa yetişip kapısını tıklatabileceği tuvaletin dolu mu boş mu olduğunu anlamak için strateji geliştirebileceği konusunda güven vermiyor.

Ayrıca, bahsi geçen tuvaletin tek kişilik olduğu ve kapısının müşterilere bakıyor oluşu, olayın ikinci sınıf bir lokantada geçtiğini gösterir ki bu durumda hiç strateji geliştirmeye mahal vermeden herhangi bir garsonu çağırıp, hatta müdürünü(!), “bi bak bakalım tuvalet dolu mu boş mu” diye sorabilirsiniz.

Diyelim ki kahramanımız kibar bir insan olsun ve böyle kabalaşamasın. Rica bile etse isteği yerine getirilecektir.

Hani işin içinde yalan varsa garsona; “Pardon. Tuvalette bir düşme sesi geldi. Birine bişey olmasın. Bi bakın bence” deyip sonucu beklemek de mümkün. Ama bu yalana gireceğinden cevap olamaz.

Yine garsonu çağırıp kulağına; “Başım belada, tabancamı unutmuşum helada. Nereden baksan tutarsızlık. Nereden baksan ahmakça. Bir de sen gidip baksana” diyebilirsiniz. Garson ya tuvalete ya da polisi arayıp sizi ihbar etmek için telefona yönelecektir. Telefona yönelmesi durumunda tedirginliğe gerek yok. Sonuçta sadece bir şarkı mırıldandınız. Ama sanırım bu da cevap olamaz.

Sorudan anlaşılıyor ki soruyu hazırlayan bizi başka bir cevaba zorluyor. Biraz daha kafa yoralım madem.

Umulur ki en az kendisi kadar sıkışmış bir müşterinin tuvalete yönelmesini bekleyip dolu ya da boş olduğunu öğrenebilir. Boş ise müşteri tuvalete gireceğinden onun çıkışını beklemek yeterli olacaktır.

Tabi soruda en yakın zaman içinde tuvalete gitmek hedeflendiğinden ucu açık bir zaman olacağından bu seçenek pek uygun olmayacak. Şimdi burada bütün müşterilere hemen içmeleri kaydıyla ikişer litre su ısmarlayıp süreci hızlandırma seçeneği de var. Ama lokantaya geldiği o kadar yolu yaya gelecek kadar para sıkıntısı çeken birinden bunu beklemek mantıklı olmayacaktır.

Oturduğu noktadan tuvaletin kapısına çatal, bıçak fırlatmak da mümkün ama bunun sonucu olarak sizin de dışarı fırlatılmanız en az o kadar mümkün.

Gördüğünüz gibi seçeneklerimiz azalıyor.

Yangın var deyip kaos oluşturmak ve o gürültü ile içerde varsa birinin çıkmasını sağlamak olabilir mesela. Yok ama, düşündüm de olmaz. Soruda “Düşünür” de diyor çünkü.

Bakalım elimizde başka neler var.

Hımm. Şimdi kahramanımız ufak bir gözlemle de yaklaşık bir sonuca ulaşabilir. Diyelim içeride 6 masa var. Sonuçta küçük bir lokanta olduğunu başta anlamıştık! Evet 6 masaya göz gezdirir. Üzeri toplanmayan bir masa var mı bakılır. Eğer üzeri toplanmamış bir masa varsa, tahmin eder ki o masanın müşterisi tuvalettedir. Bir çok handikapa rağmen bir seçenek sonuçta.

Evet. Benden bu kadar. Bakalım bizim düşünür, stratejist, yorgun ve yaralı kahramanımız nasıl bir yöntem seçmiş kendine.

Bekliyoruz…

09 Aralık 2019

Soru: Bir lokantadasınız ve tuvaletin kapısını gören yakında bir yerde oturuyorsunuz. O an tuvalete gitme ihtiyacınız var. O kadar yorgunsunuz ve yol yürümüşsünüz ki ayaklarınızın altı yara olmuş,  tuvaletin boş olduğundan emin olmadan yerinizden kalkmak ve kapısında beklemek istemiyorsunuz. İki ihtimal var. Tuvalet o anda ya boş ya dolu. En az süre bekleyerek ve yerinizden kalkıp kapıda beklemeden tuvalete gidebilmek için ne yaparsınız?

Not: Cevap haftaya.

05 Aralık 2019

İslam savunulacak bir din midir? Yamuk bir soru oldu farkındayım. Düzeltip tekrar sorayım;
İslam savunulmaya muhtaç mıdır? Yoksa yaşanılacak bir hayat mıdır?

İslamı yaşamayı bırakıp savunmaya geçtiğimiz günden beri islamın etrafına bir duvar ördük maalesef. Bu savunmaya kişisel hırs, öfke ve ihtiraslarımızı da ekledik ki duvarın üzerine dikenli tel oldu bunlar.

Örmüş olduğumuz duvardan kaçak atlayanlar(!) ancak kurtuluşa erebildi. Geri kalanlar için islam içeri girilebilecek bir bahçe olma cazibesini yitirdi.

İslamın ilk yıllarına ait savaşları, müslümanların hayatta kalma mücadelesi olarak gördüğümü de belirteyim bu arada.

Bedir savaşında peygamber efendimizin duasını hatırlayın; ““Allah’ım! Bu bir avuç mücâhidi helâk edersen, artık sana yeryüzünde ibâdet edecek kimse kalmaz!” 

Bir başka rivayette ise; “Allah’ım! Senin (zaferle ilgili) bana verdiğin sözünü ve ahdini tahakkuk ettirmeni istiyorum. Allah’ım! Eğer istersen artık ibadet edilmezsin / sana ibadet edilmez.”(Buhari, el-Meğazi, 4)

Buradan görüldüğü üzere az sayıdaki müslümanın yok olması tehlikesi vardı. Diğer savaşlar da yine cana kast edilmesi durumu ile karşı karşıyaydı müslümanlar. Bazı durumlarda ise, liderlik ettiği topluma duvar ören ve bu sebeple islamla tanışmaları mümkün gözükmeyen topluluklara savaş ilan edildi. Böylece orada yaşayan halkın islamı tanımasının önü açıldı.

Anlatmak istediğim, cemaat, tarikat, vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşları ve hatta siyasi partilerin islamı savunma psikolojisi maalesef ters tepki yapıyor.

Çünkü islamı savunmaya geçtiğiniz zaman, hakkınızda yöneltilen eleştirleri de beraber savunduğunuz için inandırıcılığınızı ve samimiyetinizi kaybediyorsunuz.

Bu kulakların, islami referansları olan bir siyasi parti lideri hakkında, “o müslümansa ben gavurum” dendiğini duyduğu vakidir.

Evet insan tam ve kusursuz olmadığı sürece sadece islamı savunmaya kalkmış olmuyor, kendi hatalarını da savunma yoluna gidince, islam iki kavga arasında dayak yiyen, sonrasında kimsenin dönüp yüzüne bakmadığı okul çocuğu durumuna düşüyor.

İslam önce yaşanmalı. Sonra anlatılmalı.

Daha kendini savunmaktan aciz insanların islamı savunmaya kalkmaları bu dine yaptıkları en büyük ihanettir.

02 Aralık 2019

Aslında bu hafta bir zihinsel aktivite yazmak gibi bir fikir vardı aklımda. Hep birlikte biraz kafamızı yoralım, zihnimizi çalıştıralım istemiştim. Ama geçtiğimiz haftasonu yurtdışında, bir tren yolculuğumda karşılaştığım manzara fikrimi değiştirmeme sebep oldu.

Bu manzarayı gözünüzde canlandırabilmeniz için biraz anlatayım. Bir çift. Anne Türk. Baba İngiliz. Çiftle sohbet etme dürtümü bastıramamam sebebiyle öğrendiğime göre 4 yaşındaki erkek çocuklarının ismi Leo. Çok sevimli bir çocuk. Hanımefendi Ankara’lı. Evlenmişler ve şimdi İngiltere’de Windsor’da yaşıyorlar. Anne özellikle Leo ile Türkçe, baba da İngilizce konuşmaya özen gösteriyor. Baba Türkçe de öğrenmiş. Çocukla anadilleriyle konuşuyorlar. Öğrendiğime göre bunu özellikle yapma sebepleri de çocuklarının İngiltere’de büyüyüp yetişmesini, okullara gitmesini istedikleri için iki dili de anadili olarak öğrenmesini istemeleri imiş.

Rabbim bağışlarsa 3 buçuk yaşında bir oğlum var. Eşim’le aynı milletteniz ve ikimiz de onunla kendi dilimizde konuşuyoruz.

Bu somut bilgilerden sonra biraz da ülkemizdeki genç nüfusun, tekil veya çift olarak ‘boğulma’ hislerinin sonucunda soluklarını yurtdışında almalarının getirdiği durumu özetleyeyim. Gördüğüm kadarıyla olduğunca steril, etliye sütlüye dokunmadan, Türkiye’den umarsızca ve rahat bir yaşamları var. Hem ekonomik hem de bireysel hak anlamında tam da arzu ettikleri gibi ‘özgür’ bir hayat yaşıyorlar yurtdışında. Ülkemizde şu sıralar yaşanıldığı, geniş bir çevre tarafından iddia edilen imkansızlıklar ve sıkıntılardan eser yok onların hayatında. Bizim Türkiye’de karşı karşıya olduğumuzu düşündüğümüz ekonomik ve sosyal darboğazlar bazılarımızı ciddi anlamda felakete sürüklemiş durumda. Sadece bu çift değil diğer başka Türk arkadaşlarla yaptığımız sohbetler sonucunda vardığım kanaate göre de onların hiç umurlarında değil Türkiye’deki mevcut durum. Tam tamına bencilce ve bizim Türkiye’de içinde bulunduğumuz duruma önem vermeden yaşamlarını sürdürüyorlar.

Varmak istediğim nokta şu. Umudumuz, ümidimiz el verirse gün gelecek ve felaha kavuşacağız kocaman bir ülkenin milleti olarak. Buna yürekten inanıyorum, inandığınıza da inanıyorum. Günün sonunda şu anlarda gözde olan başka ülkeler gibi gün gelecek çocuklarımızın görebileceği bir gelecekte bu topraklar gönderdiği neslin belki birkaç katı kadar insanın yaşamak ve çalışmak için birinci tercihi olacak. Hem bahsettiğim, trendeki Leo için hem de oğlum ve hepimizin çocukları için. O gün geldiğinde oğlum Kerem, Leo’ya “Hoşgeldin kardeşim.” diyecek mi? “Hoşgeldin ama bizlerin ebeveynleri zor günler yaşarken, sizler refah içinde ‘vurdumduymazlığınızı’ yaşıyordunuz. Neredeydiniz?” diyecek mi?

Bizler çocuklarımızın yerinde olsak ne derdik? Biz de umursamadan refah içinde mi yaşardık? Yoksa “Gel la gel. Anan babanın ne yaptığı umrumda değil. Biz rahata erelim yeter!” mi derdik? Sizce?