YAZARLAR
KATEGORİLER
- Ahmet Latif (5)
- Anlık Yansımalar (26)
- Damlalar (129)
- Düş Sözlüğü (1)
- Genel (245)
- İsmet Selim (134)
- Komik Diyaloglar (1)
- Ömer Faruk (77)
- Ömürlük (1)
- Ranâ Kurşunî (17)
- Yazarlarımızdan Özlü Sözler (12)
ARŞİVLER
- Ocak 2024 (2)
- Eylül 2023 (1)
- Kasım 2022 (1)
- Temmuz 2022 (2)
- Nisan 2022 (1)
- Mart 2022 (1)
- Şubat 2022 (4)
- Ocak 2022 (1)
- Aralık 2021 (1)
- Ağustos 2021 (13)
- Temmuz 2021 (4)
- Haziran 2021 (6)
- Mayıs 2021 (7)
- Nisan 2021 (11)
- Mart 2021 (12)
- Şubat 2021 (13)
- Ocak 2021 (12)
- Aralık 2020 (15)
- Kasım 2020 (16)
- Ekim 2020 (16)
- Eylül 2020 (17)
- Ağustos 2020 (15)
- Temmuz 2020 (15)
- Haziran 2020 (11)
- Mayıs 2020 (12)
- Nisan 2020 (15)
- Mart 2020 (9)
- Şubat 2020 (9)
- Ocak 2020 (8)
- Aralık 2019 (8)
- Kasım 2019 (8)
- Ekim 2019 (9)
- Eylül 2019 (9)
- Ağustos 2019 (8)
- Temmuz 2019 (8)
- Haziran 2019 (7)
- Mayıs 2019 (10)
- Nisan 2019 (9)
- Mart 2019 (7)
- Şubat 2019 (2)
- Eylül 2018 (1)
- Nisan 2018 (2)
- Eylül 2017 (1)
- Nisan 2016 (1)
- Ocak 2016 (1)
- Ekim 2015 (4)
- Temmuz 2015 (1)
- Mayıs 2015 (1)
- Şubat 2015 (5)
- Ocak 2015 (6)
- Kasım 2014 (1)
- Ekim 2014 (8)
Bültenimize abone olun
29 Nisan 2019
Bundan yaklaşık 40 yıl önce, 19 Aralık – 26 Aralık tarihlerinde, Kahramanmaraş’ımızda, bütün ülkemizi etkileyen ve vicdan sahibi olan hiç kimsenin tasvip edemeyeceği acı olaylar meydana gelmiş. Abilerimiz, ablalarımız, annelerimiz, babalarımız daha iyi bilirler, tabii ki bizler de onların anlatmalarıyla, onlar kadar olmasa da onlardan dinledik, duyduk ve öğrendik.
Yoldan geçenlerin durdurulduğu, “Sağcı mısın, solcu musun?” diye sorulduğu ve soranın hoşlanmayacağı bir cevap alındığında da üzücü sonuçların doğduğu günlermiş o günler. “Allah vatanımıza, milletimize bir daha o günleri göstermesin.” diye dua eder annem hala. Bizlere de “Amin” demekten başka yapacak bir şey kalmaz.
Maksadım bu kısa girişten sonra, Kahramanmaraş Olayları’nın bahse konu müdahalenin tetikleyicisi olduğu iddia edilen 12 Eylül askerî darbesini anmak ve bu vesileyle de genç nüfusun, yukarıda bahsettiğim olaylara bakış açısını değerlendirmek olacak. Kendimce bu değerlendirmeyi yaparken de, ilerleyen satırlarda gayri ihtiyari şahit olduğum üç gencin trialogundan (üçlü konuşma) söz edeceğim.
Elinde i-Pod 3G’si, ayağında spor ayakkabısı, kulağında kulaklığı ve Necip Fazıl üstadın deyimiyle daha nesiyle nesi, genç nüfusumuzun vizyonu hepimizin gözleri önünde. Araştırmacı, yeniliklere açık ufuklara malik olan ve bir o kadar da günlük yaşayan, kısa hafıza yeteneğine sahip aynı zamanda bana göre strateji ve siyaset geliştirmekten yoksun bir gençlik… Bu hale nasıl geldiğimiz veya getirildiğimiz başka bir yazının konusu belki ama bu yazıda önemli olan bu hali fazlasıyla benimsediğimiz. “Bu gömlek bize yakıştı abi ya.” şeklinde bi duruşumuz var.
Sosyal manadaki siyasetin, sivil toplum kuruluşlarının ve sosyal, kişisel ilişkilerimizde strateji geliştirme yeteneğinin ne kadar önemli ihtiyaçlar olduğunu belirtmeye gerek yok. Bu ihtiyaçlara sahip olan ülkelerin gençlerinin daha üretken ve daha planlı bir hayat sürdürebileceğini iddia edebiliriz. Zaten 12 Eylül müdahalesinin, bu yeteneklere fazlasıyla haiz ama hedeflerinden kolaylıkla saptırılabilecek kadar idealist olan, ‘zıpkın’ gibi bir gençliği tırpanlamak için yapıldığını da söylersek yanılmış olmayız.
Gelelim şahit olunan trialoga. Gençler, okudukları üniversitenin yeni seçilen rektöründen bahsediyorlar;
1. Erkek:
– Yeni rektör, geçen sefer yüksek oyu almasına rağmen atanamamıştı ya. Şimdide aynısı eski rektöre oldu.
Kız:
– Eden bulur ya. Sevinmiştir yeni rektör. İlk hangi icraatı yapar acaba?
2. Erkek:
– Napıcak! Eski rektörün göreve getirdiklerini alıp, kendi adamlarını yerleştirecek.
Bu yorumdan sonra üç genç umarsızca ve sığ bir şekilde kahkahayı basıyorlar.
1. Erkek:
– Geçen gün 12 Eylül Belgesel’ini seyrettim. Hergün 15-20 kişiyi uçuruyo(r)larmış baba ya! Şimdi olsa naparız ha dostum?
2. Erkek:
– Kurtarılmış binalar varmış mahallelerde. Sağcı – solcu falan diye. Anladın mı?
1. Erkek:
– He ya! Napıcaklarsa beton yığınını.
Kız:
– Aptallar ya! Bi(r) baltaya sap olamamışlar işte.
2. Erkek:
– Neyse ya. Sütlaç mı yiyoruz, kazandibi mi? Karar verin abi artık ya!
Yukarıda, o günlerde inandıkları dava için mücadele eden ve binlerce baltaya sap olabilecek kadar zeki, çakı gibi genç abilerimizin (tabii ki her iki tarafı da kast ediyorum) günümüze yansıyan izdüşümlerinin fotoğrafını çekmeye çalıştım.
Sanırım bu gerçek ve yaşanmış fotoğraf yüzeysel, içerikten uzak ve sebep-sonuç bağlantısını kuramayıp, neden sorusunu sormayan bir gençlik portresi çiziyor bizlerin gözünde. Ama ümitliyiz. Önümüzdeki kısa bir süre içerisinde siyaset ve strateji üretebilen, vizyon sahibi, ülkesinin ve yereldeki çevresinin sorunlarıyla yakından ilgili, çözüm odaklı bir gençliğe geçiş olacağına inanıyorum şahsen ben.
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.
25 Nisan 2019
Bir önceki yazımda (Medya Düzenine Dair-1) bir örneğini paylaştığım asparagas haber için yazıldı bu yazı.
Medya, en basit tabiri ile ülke ve dünya genelinde yaşanan olayların halkın önüne serilmesidir.
“Bugün şu olaylar yaşandı” denmesidir.
Amaç halkın bilgilendirilmesidir. Halkın bilmesinde fayda olacak her türlü bilgi haberdir.
Medya 4. Güç olarak kabul edildiğinden bu yana gücü elinde bulundurmak isteyenlerin, hayat damarlarından biri olarak gördükleri aşikâr.
Ülkede en güçlü hale gelmeyi planlayan gruplar, ortaya hemen çıkmadan önce yazılı ya da görsel bir medya sahibi olmayı arzu etmekteler. Çünkü ortaya çıktıklarında ülkenin tüm insanlarına seslerini duyurmak istemeleri en doğal hakları.
Bu sebeple her medya, bir partinin, bir grubun, bir ideolojinin, bir dini cemaatin sesi olup çıkıveriyor. Bu durumda yaşanan bir olayı halka aktarırken kendilerini haklı gösterir şekilde haberler yapılmaya başlıyorlar. Bu tür haberlerin en masumu yalan söylemek yerine gerçekleri söylememek oluyor.
Eskiden ana haber bültenleri sunulurken haberlerin hemen ardından yorum saati başlar ve kendilerine göre yorumlarına değer verdikleri ve kendi düşüncelerini empoze ettirecekleri yorumculara yorum yaptırırlardı.
Artık yorumlar, haberlerde arındırılmış şekliyle değil, direkt haberle harmanlanıp veriliyor. Objektif olmak bir tarafa seslerini ulaştırdıklarını düşündükleri halkı manipüle etmeye yönelik oluyor haberler.
Karşıt görüşe sahip medya organlarının ait oldukları grubu savunma mekanizmaları objektiflikten uzak bir hal alıyor haliyle.
Eldeki herhangi bir haberi sunma şekli maalesef önce temsil ettikleri görüşe nasıl yarayacağına göre değişiyor. Karşı tarafın yaptığı ufak bir yanlışı “FLAŞ FLAŞ!” haberleri ile verenler, kendi sahiplerinin yaptıkları büyük hataları nasıl tevil edeceklerinin telaşına düşüyorlar.
Yakın geçmişte iki cemaatin Hac farizasını yerine getirmek için bulundukları Mekke’de yaşadıkları kavgayı bile, kendi yayın organlarından kendilerinin haklı olduklarını anlatmaya çalışmaları da buna acı bir örnektir.
Sahibinin sesi olmayı gerektiren medya sadece yalan haber yaparak halkı kendi yanlarına çekmekle kalmıyor, karşı tarafı şeytanlaştırdıkları için halkta kin ve nefret uyandırıyor ve toplumsal kutuplaşmaya odun atmış oluyorlar.
Yukarıda bahsettiğim bir önceki yazımda bir yalan haber nasıl yapılırın örneğini vermiştim. Resme konu insanları tanımıyorum. İlk defa telefonumdan whatsapp’tan gelen bir resimde gördüm. Asıl hayat hikayelerini bilmem. Buraya yazı olarak taşımadan önce birkaç arkadaşa okutup tepkilerini ölçtüm. Yazı içindeki inanılmaz yalanların, yazıda kullanılan ciddiyetle nasıl kapandığını ve inandırıcılığı artırdığını gördüm.
İlk başta gülerek baktıkları resmi, yazıyı okuduktan sonra o insanlara nasıl saygı duyarak baktıklarını farkettim.
Medya böyle işte.
Sahibini bul, neye inandırmak istediğini seç ve yaz…
22 Nisan 2019
Yokmuşuz gibi davrandığında Allah, cenneti kim ister? Var veya yok olmamızla ilgilenmediğinde Rabbimiz, cennette olmak ne anlam ifade eder? Tebessümünü üzerimizden ayırmayan bir Cemalullah, yaksa ne yakar? İndim. Yanınızdayım. Ayaklarım yere basmışken cevabı yazayım şimdi. Allah, aşağıdaki videoda. Kafam karışmışken fırsattan istifade yalnız kalmayayım dedim. İyi seyirler, teslim olmayı becerebilen kullara …
18 Nisan 2019
Yukarıdaki resimdekilerin hayat hikayesini biliyor muydunuz?
Onlara gülmeden önce bence bir okuyun. Sonra gülmek yerine saygı duyacaksınız.
Mesut Ilgar;
Eski bir kimya mühendisi. ODTÜ’de adına ait bir laboratuvar var. Yaptığı bir deney sonucu etkileşimde kaldığı kimyasallar yüzünden hafıza kaybına uğradı. Şimdi tek hatırladığı ve en büyük sırrı olan şey, üzerinde çalıştığı yenilenebilir hücre teknolojisi. Kurulacak üniversitede bu konu üzerine Türk bilim insanları yetişecek. Onun için bu listede
Erdal Ilgar;
Mesut Ilgar’ın küçük kardeşi. Aynı zeka genlerine sahip olan abisi gibi mühendis olmak yerine uzaya ilgisi oldu. 2003’te NASA’nın sınavını kazanan dört kişiden sadece biri. NASA’da çalışan ilk Türk bilim kadını Prof. Dr. Dilhan Eryurt’un 9 yıl boyunca yardımcılığını yaptı. Eryurt’un 13 Eylül 2012’de kalp krizi geçirerek ölmesinden sonra hayata küstü ve Nasa’dan ayrıldı. Şuanda abisine bakıyor. Onun için bu listede.
Orhan Emul;
65 yaşında bir dahi. Diplomasız bir alaylı. Branşına ait tüm bilgileri ODTÜ öğrencilerinden aldığı fotokopi ve kitaplardan okuyarak öğrendi. Öğrenciler kendi oldukları sınav sorularını Orhan Emul’a sorarlar ve hepsinde 100 aldığını hayretle görürlerdi. Kısa sürede hocalar tarafından da tanındı. Kendisine EMULOG lakabını taktılar. Kendi adında bir kürsü sahibi oldu. Daha sonra gelenek haline gelen, öğrenciler mezun olmadan son bir kez Orhan Emul’un sorularını hazırladığı emulog sınavına tabi tutulur ve mezun olanlar diplomalarını Orhan Emul’dan alırlardı. Sonra bir kız öğrenciye aşık oldu. Uzun yıllar açılamadı. Kız mezun olduktan sonra Orhan Emul’a aniden evlilik teklifi etti. O gün sadece “Evet” diyebildi. O andan sonra konuşma yetisini yitirdi. İçine kapandı.
Nedim Emul;
Orhan Emul’un küçük kardeşi.
Kısa bir süre arkeolog olarak işini yaptı. Nuh’un gemisinin yeri konusunda doğruya en yakın araştırmaların liderliğini yürüttü. Bu konuda 9 dilde çevirisi yapılan kitabın sahibi. Listede olmasının bir diğer sebebi ise abisi ile iletişim kurabilen tek kişi olması.
Remzi Lekesizgöz;
Afişte de görülen “Mıttar Adayı”. Mıttar kelimesinin bir çocukluk hikayesinden esin kaynağı olduğunu söylüyor kendisi.
O bir analiz uzmanı. Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde sağ kolu. Tek başına anketler yapıp yüzde 0,1 hata ile tutturan bir isim. 2007 yılına kadar tüm anket çalışmalarını yapan kişi.
Aynı zamanda kendisi bir yetenek avcısı. 1997 yılında Burak Yılmaz’ı bir mahalle maçında keşfedip zorla Antalyaspor alt yapısına yazdırdı. Burak Yılmaz’ın bazı röportajlarında “dayı abi” diye bahsettiği isim.
Remzi Lekesizgöz’e “müziksiyen” lakabı takılması 2009 yılına denk geliyor. O yıllarda bir Fazıl Say konserine gider ve kulağını tırmalayan bir soloya takılır. Konser sonunda Fazıl Say’a durumu anlatır. Fazıl Say hayretler içerisinde irkilir. Söylentiye göre bu olaydan sonra Fazıl Say iki gün piyano başından kalkmaz. Bestesini yeniden düzenler. O konseri ücretsiz olmak kaydı ile tekrarlar. O gün neyin ilham olduğu sorulduğunda “bir müziksiyen” cevabını verir. R. Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı konserde bu parçayı da çalar. Kendisine verilen cumhurbaşkanlığı ödülünün arkasında Remzi Lekesizgöz’e imzalattırılan “bir müziksiyen” imzası da mevcuttur.
Remzi Lekesizgöz, ülkeye farklı bir yerden başlayarak katkı yapmak istiyor. Diğer azaları ile birlikte hedeflerini 3 yıl içinde gerçekleştireceğini söylüyor. 22 Şubat tarihinde BBC’ye verdiği röportajda söylediği şu cümleler amerika ve avrupa medyasında ilk sayfadan verildi;
“Bir şeyin olması için değil, olmaması için çaba sarfedilir. Asıl bu yorar insanı. Aksi halde olacak olana kapı açmak yeterlidir.“
15 Nisan 2019
İnandığınız dinin, değerlerin zararsız ve barış yanlısı olduğunu ispatlamak zorunda olduğunuzda hala dünya sınırları içinde yaşıyorsanız, işiniz hayli zor demektir. Bir Alfred Hitchcock romanında, odada kanlı bir ceset, sizin elinizde bir bıçak ve yerde yatan hasmınız. Katil çoktan arınmıştır.
Paylaştığım videodaki müslümanlar Pakistan’ın Jhang kentindeki bir stadyumda kuşbakışı bir camii ve “Islam is peace” (İslam Barıştır) yazısı figürlerini oluşturmuşlar, muhtemelen geçtiğimiz cuma (mübarek gün – İS) günü.
Peygamber Efendimiz hangi statta ispatladı acaba İslam’ın bir barış dini olduğunu. Ez-cümle; şimdiki zaman kâfirleri asr-ı saadetteki Peygamber Efendimizin muhatap olduğu kâfirlerden daha mı kâfir, daha mı zekî, daha mı hain, daha mı acımasız, daha mı vicdansız? Yoksa biz şimdiki zaman müselmanları (Ahmet Latif) daha mı d.z.n.b.z, daha mı y.l.nc., daha mı … , daha mı … , daha mı … , ? Dahasına klavyem varmadı.
11 Nisan 2019
Çünkü insanidir.
İçtendir, samimidir.
O ana kadar takındığın maskeyi kenara koymaktır. Görenler seni görür. Gözyaşlarını görür.
Çünkü zihnimizde sadece çocuklar ağlar. Ağladığında çocukluğun görünür.
Ağlamak yakışır insana.
Çünkü gözyaşı yakışır insana.
Bir gülün üstende duran çiğ tanesi gibi.
Ağlayan çocuk misali…
08 Nisan 2019
Bir koku ne kadar durdurabilir insanı? Güzel bir koku ne kadar geriye götürebilir bizleri?
Hiçbir şey yokken zihninizde, bir anda tepetaklak olduğunuz oldu mu hiç? Günlük heyulanızın derdindeyken bir kurşun asker gibi dikildiniz mi? Vefanız, dostlarınız, muhabbetiniz gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçti mi? Sevdanız, ilk gözünüzü kaçırmanız ya da “Yok canım! Ben mi seni seviyor muşum?” şaşkınlığı kadar unuttuğunuz birşey olmadığını hatırlatan bir kokunuz oldu mu?
Hıçkırıklarınızı içinize attığınız günlerinizden kalan bir duyumsa eğer bu koku, bir daha hiç öyle ağlamamışsınız demektir. O zamanlardan kalan bir meltemdi o, biliyorum. Yaşanılan zamanlardan kalan, diyar diyar, belde belde gezen ama bir an bile rayihasını, emanetini yaban ellere teslim etmeyen bir esintiydi hissettiğim. Geldi, verdi ve belki bir daha yakmak için beni kanatlandırıp gitti. Yalansız günlerin şaşmaz mihengi olduğunu fısıldayıp sır oldu sonra. Bendeyse; ne ser kaldı, ne de sır …
04 Nisan 2019
Mars’ta tek başınıza iken (mümkün olduğunu varsaymak şartı ile) alabildiğine bağırmak ister miydiniz?
Kimsenin olmadığından, sizi duyacak herhangi bir canlı bulunmadığından emin olarak bağırmak.
Bazen insan uğradığı bir haksızlık karşısında ya da sevinçli olduğu bir durumda bağırma ihtiyacı hisseder. Sesini birilerine duyurmak derdinden değil. İçinde bulunduğu yüksek negatif ya da pozitif enerjiyi boşaltmak için. Bu türden bağırmalar dünyada yapılsa da her an seni birinin duymuş olabileceği şüphesiyle istediğin rahatlıkta bağıramazsın.
Mars bu kriterleri sağlayacak en uzak yer. Yalnız başınızasınız ve alabildiğinize bağırıyorsunuz.
Sonra Rabb’inin huzurunda olduğun aklına gelip secdeye kapanıyorsun. Sanırım bu rahatlatır insanı.
01 Nisan 2019
Arkamızda bıraktıklarımızdır hayat ve arkada bıraktıklarımızdır ölüm. Ansızın geldiğinde daha yapacak çok işimiz vardır. Ya da fark ettirir bazan geleceğini.
Bir resmin, bu yorgun zihnimdeki yansımalarını paylaşıyorum bu hafta. Bir ırmağın kıyısındaki bir oturağın hatırası. Bir ölümlünün hatırasına bağış yapan ölümlü eşinin, çocuklarının, yakınlarının bir başka ölümlüye olan özlemlerinin yansımasıdır bu. Sonsuz kalabilme arzusunun sonlu dünyadaki sonlu insanoğluna galip gelmesidir bu. İyi izler bırakarak gidelim bu ölümlü dünyadan. Hiçbir hatırayı incitmeden, narin ve kibarca ayrılalım. Ağız dolusu kabalık, küfür, rencide edici söz cehenneme gitsin. Naif kelimeler, latifeler, tüm incelikler ve hassas ruhlar cennete …
Bu dünyaya kimseyi incitmemesi için getirilmiş ve görevini kusursuz yapan kullarla bir gün bir gölge altında buluşmak dileğiyle.